Bu Blogda Ara

4 Eylül 2017 Pazartesi

Alevilikte İslam-İçi ve İslam-Dışı / Din Tartışması: Burhan Oğuz'a göre, Hz. Ali, hiçbir zaman Alevi olmamıştır...

[İsmail Engin - @kanalkulturAleviliğin "İslam-İçi" ve "İslam-Dışı" / "Din" olup olmadığı tartışmasında en dikkate aldığım ve anlamaya çalıştığım yazar, Burhan Oğuz'dur. Burada onun konu hakkındaki görüşlerini okura aktarıyorum:

Burhan Oğuz, "Hz. Ali, hiçbir zaman 'Alevî' olmamıştır"; "Alevilik", "Anadolu adamının malı" olan binlerce yıllık bu "ana düşünce", "İslâmî cilâ" altında yaşamaktadır, diyordu...

Birinci cildi 1976'da yayınlanan [İstanbul Matbaası, İstanbul 1976, 925 S.] "Türkiye Halkının Kültür Kökenleri, Teknikleri, Müesseseleri, İnanç ve Âdetleri" [C. I. Giriş: Beslenme Teknikleri. İstanbul 1976; C. II. Tarım Hayvancılık Meteoroloji. Bölüm I: İnançlar. İstanbul 1982 (Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülü), C. II. Bölüm 2: Müesseseler. İstanbul 1988, C. II. Bölüm 3: Teknikler. Aile Üretim İlişkileri. İstanbul 1995, C. III. İnşa, Isıtma ve Aydınlatma Teknikleri. İstanbul 2001, C .IV. - Dokuma ve Giyim Teknikleri, İstanbul 2004, C. V. - Halk Eczacılık ve Sağaltına Teknikleri. İstanbul 2005] başlıklı kapsamlı yayınıyla kültür tarihi konusunda çalışan araştırmacılar tarafından tanınan Burhan Oğuz , "Mezartaşında Simgeleşen İnançlar" [Can Matbaa, İstanbul 1983] başlıklı başka bir yapıtıyla din konusuna eğilirken, US Düşün ve Ötesi'nde kaleme aldığı "Antik ve Hıristiyan Anadolu Din ve Kültürlerinin Aleviliğe Etkileri" [Sayı 5, Sayfa: 5 – 22] başlıklı makalesinde – ki bu makalesi de yazar tarafından yeniden gözden geçiriliyor ve aynı adla İsmail Engin / Erhard Franz editörlüğünde yayınlanan "Aleviler / Alewiten" adlı 3 ciltlik eserin "Kimlik ve Tarih / Geschichte und Identität" başlığını taşıyan ilk cildinde (2000) yer alıyordu; yine Anadolu Sanat Yayınları'nda çıkan "Anadolu Aleviliğinin Kökenleri" [İstanbul 1984: 365-396] başlıklı makalesiyle, - ki bu makale de daha sonra aynı adla Cemal Şener'in editörlüğünde yayınlanan "Alevilik Üzerine Ne Dediler" adlı kitapta yeniden okurla buluşuyordu (1990) – bu kez doğrudan Aleviliği ele alıyordu.

Söz konusu çalışmalarda Burhan Oğuz (2000),
"Homo ludens, onbin yıllık tarihin en muhteşem oyununu, başlattığı yerde, Anadolu'da sürdürüyor. 'Çayda Çıra', ney, mey. Gerekli nefes bu yüz asrın körüğünde. Körüğe Gılgameş, Mani, Zerdüşt, Mazdak, Dionysos, Kybele, Umay, Ali asılmış, arkadan gelen İsa, tilmizleri büyük Kilise Pederleri, Paulician'ı, Thondrak'ı, Bogomil'i. Hepsi, Anadolu sosyal kültürünün oluşmasında doğrudan rol almışlar. Ve hepsi, daha önce Asya'da bunlarla tanışmış olarak Anadolu'ya gelmiş olan Türkmen'inki ile birlikte günümüz Türkiye halkının büyük bir bölümünü oluşturmuş olan bir kitle olayını yaratmış: Anadolu Aleviliğini. (...) Kimdi, bu Anadolu Alevisi?" 
sorusunu yöneltiyor ve şunu ifade ediyordu:
"İslamın iki büyük tefrikası irdelendiğinde, Şia'nın Bağdat'a karşı Ali inancını ileri sürdüğü, bu inancını Ali'yi Tanrılaştırmaya kadar götürdüğü (galiye) görülür. Bunda İrani Şia'nın Ali sevgisi ile Anadolu Alevisi'ninkini ayırt etmek amacıyla, genelde Batı kaynaklarının 'Alevi' olarak tanımladıkları Şiileri, biz "Ali yandaşları" olarak ifade edip, "Alevi" sözcüğünü Anadolu Alevilerine inhisar ettiriyoruz. Bu ikisinin tamamen farklı şeyler oldukları ne denli vurgulansa, azdır."
Burhan Oğuz (2000) "Bir gün, Küçük-Asya İslâmlaşacaktı" derken, ekliyordu:
"Manihaizmle Hıristiyan doktrinlerinin birbirlerinden çok şey aldıkları biliniyor ve ilki, bu kadar yüzyıl boyunca Orta Doğu'da gelişip kendini devam ettirebilmesini, kısmen, Hıristiyanlık içinde bazı heterodox hareketlere kucağını açabilmiş olmasına borçlu oluyor. (...) Manihaizm ve ona bulaşmış bir çok Hıristiyan mezhep-tarikatları, ezcümle (Hıristiyan) Paulician, Bogomil ve Thondraklılar, Bulgaristan Bogomilleri, Bizans'ınkiler gibi, bu heresy etrafında toplanarak sömürücü zalimlere karşı koyan fakir köylü ve kentlilerdi. (...) Şeyh Bedreddin'in Hıristiyan olan anası, muhtemelen Bogomil tarikatı saliki idi. (...) Van Gölü'nün kuzeyinde Tendürek dağının adını hatıra olarak bırakmış olan Thondraklılar hareketi, 9. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştı ve buna karşı da kesin tavır koymuş olan orthodox yetke bunları da kurulu düzene ters düşen fikirler sahibi olmakla suçluyordu; ama bunların sosyo-ekonomik ereklerinden söz etmiyordu. Bunlar, kadınla erkek arasındaki eşitliği övüyor, aileler arasındaki her türlü eşitsizliği reddediyorlarmış ki, bundan büyük günah ne olabilirmiş? Üstelik de bunlar, bu eşitliğin bütün sınıflara ve toplumun bütün üyelerine teşmilini derpiş ediyorlardı. Herşeyden önce, topraklar ve taşınmaz mallara müteallik haklarda eşitlik göz önüne alınacaktı. Bu itibarla, bu Hıristiyan hereticler, toprak mülkiyetindeki eşitsizliği kabul edip, dünyada zenginle fakirin bulunmasını Tanrısal iradeye bağlayan Kilise'ye karşı tavır alıyorlardı. Özetleyecek olursak, bütün bu itizali hareketler, son tahlilde, birer radikal sosyal reformun peşinde olmuşlardı. Evet, günü geldi ve KüçükAsya İslamlaştı. Bu vakıanın süreci, bir mantıki yol üzerinde gelişti. Büyük ölçüde çeşitli heretic tarikatlara salik halk kitlelerine iki seçenek sunulmuştu. Biri, dar ve müsamahasız ehlisünnet akaidi idi ve bu, dini kısıtlayıcı çerçevesinin dışında, sosyal anlamıyla yukardaki kilisenin "paralelinde" idi. Öbürü ise, Alevi-Bektaşi seçeneği idi. heretic kitleler, bilâ tereddüt, bu tarike iltifat ettiler. (...) İki cazibe odağı vardı ortada. Biri sultanların, devlet ulularının, kent burjuvazisinin, kozmopolit agniai şakirin (şükreden zenginlerin)in tarikatı Mevleviyye; öbürü de doğruca halkın yanında, fakirlik mesleğinin protagonisti, fukarai sâbirinin (sabreden fakirlerin) tarikatı Bektaşiyye ve onun ikiz kardeşi Aleviyye. Bu sonuncuların saliki müstevli Türkmen, tıpkı Anadolu Thondrakları gibi, erkekle kadın arasında eşitsizlik düşünemezdi ve yerleşik sosyal düzenden hoşnut değildi. Bu itibarla yerli heretic Hıristiyan halk, doğal olarak bu tarafı iltizam edecekti. Böyle de oldu. Ama bu süreci kolaylaştıran bir başka keyfiyet daha vardı ki, o da Bektaşiyyenin Manihaist ve Hıristiyan unsurları mezcetmiş olmasıydı ki geçiş sancısız oldu: Her iki grup sosyoekonomik, felsefidini açılardan mutabakat halinde idiler. Alevi-Bektaşilik, mezkûr Hıristiyan hereticlerine hiç de yabancı gelmedi. İhtida sonunda Anadolu halk Müslümanlığı, sosyal reform tohumlarını da ruhunda taşıyacaktı. Hıristiyan Anadolu ve Rumeli İslamlaşırken heterodox akidelere sahip Nasturiler, Paulicianlar, Bogomiller, Montanistler, Thondraklılar ve de Gregoryenlerin çoğunlukla İslamın da heterodox yanına intisab ettikleri bir vakıadır. Rumeli, Arnavutluk, Bosna'daki Bogomil merkezleri, sonradan Bektaşiliğin büyük yuvaları olmuştu. Etkin bir kültürel symbiosis bu insanları kaynaştıracak, karşılıklı osmosisler, bugünün Anadolu adamını şekillendirecekti. Cennetin kapısını açmak üzere bu topraklar ona, en kadim pagan çağların uzantısı, bütün barajına rağmen Hıristiyanlığı delip geçmiş bir inançlar dünyasını ve bu arada da Mysterionları verecekti. (...)"
"Evet, has boyanın sürekli alttan sırıttığı her vesileyle görülür. Çarpıcı örnek mi lazım? (...) Arkaik dinlerin çoğunluğu, şu ya da bu yolla, doğruca doğada beliren kudsiyeti taziz etmeyi bilmiş. Bir kutsal ağaç veya taş, ağaç ağaç olduğu ya da taş taş olduğu için değil, aksine, bunlar artık doğal nesneler olmaktan çıkıp daha başka bir şeyi, kudsiyi izhar ettikleri için taziz edilirler. Bunları okurken insanın aklına ağacı 'incitmek'ten, suyu 'kirletmek'ten özenle kaçınan Alevi Tahtacı, Ağaçeri, yürüyen binek taşları ve boynunda teslim taşıyla Bektaşi Babası gelmiyor mu? Oysa ki, Hıristiyanlık ve arkasından orthodox, Sünni İslam, Kosmos'u kutsallığından soyutlamıştır; ama kaya, mağara, su, ağaç, balık. Alevi için kudsiyetini korumaya devam edecektir. Ana Tanrıça, Büyük Ana oldu. Bu da sonradan Hıristiyanlar için, bir mistik ve teolojik anlam kazandı. Meryem Ana geleneği Fatma Ana'mız şeklinde İslamda sürecekti. Ya Kazdağı'nın Sarı Kız'ı, Kaz Kız'ı? Ya burada Adonis rolünde Selmanı Farisi? Alevi, Hac farizesini yedi yılda bir Sarı Kız'ı (aslında Kybele'yi) ziyaret ederek ifa etmiyor mu? Genelde Şia'nın muhalefet bayrağını Hz. Ali'nin eline vermiş olması, bilinen tarihi olayların kullanılmasına imkân verdiği bahanesinin çok ötesinde, bir sosyal anlam taşır: Ali daima halkın yanında ve fakir kalmış (zifaf gecesi tahta üstünde yatacak kadar), refiklerinin aksine bu mücahedede kendi hesabına hiçbir maddi çıkar teminini aklına getirmemiştir. Bunun dışında da kolu kuvvetlidir Ali'nin, tıpkı vaktiyle Gılgameş'in olduğu gibi. Anadolu Tanrıları da hep 'doğru, aziz ve kuvvetli' (osios kai dikaios) 'zatlar' olmuşlardı. Hz. Ali'nin Küçük Asya'ya girmediği sabittir. Buna rağmen herhangi bir yerde bir kaya üzerinde iz yoktur ki, 'Hz. Ali'nin at nalının izi' olarak gösterilmesin, Alevisi olduğu kadar Sünnisi tarafından da. Aslında bu 'ayak–diz izi' teması yaygındır, Buddha'dan İsa'ya kadar. (...)"
"Türkmen, Küçük-Asya'ya daldığında, Artemis bu toprağın neresinde dans etmiyordu ki? Bu toprağın neresinde Artemis için dans edilmiyordu ki? (...)"
"(...) Uygarlıklar beşiği Anadolu tarihinin fecrinden günümüze kadar bir fikri sürekliliğini ısrarla korumuş, Tanrı–toprak–insan iştirakinin gereği fikrininkini. Temel düşünce, zamanla bazı tali değişmelere uğramışsa da özünü bozmadan, bütün büyük dinleri, Hıristiyanlığı, İslamı delip geçerek günümüze çıkmış. Bu düşünce, tüm Anadolu adamının malıdır. Sünnisi de müftünün gözüne baka baka raksediyor; türbelere mum yakıp, süpürge bırakıyor. (...)"
Burhan Oğuz'a göre, bu anlamda, Anadolu'daki "temel düşünce" kısmen kimi değişikliklere uğrasa da özünü bozmadan "bütün büyük dinleri, Hıristiyanlığı, İslâmı delip geçerek" günümüze kadar gelmişti. "Anadolu adamının malı" olan binlerce yıllık bu "ana düşünce", "İslâmî cilâ" altında yaşamaktaydı.

Buradan hareketle Burhan Oğuz (1990: 275),
"Gerçekten eski Anadolu inançları sistemi bir has temel boya olarak durmakta, bunun üzerine vurulan her yeni kat, Hıristiyanlık, İslâm, bunu örtmekten aciz bir ince cilâdan ibaret kalmaktadır."
diyordu.

Hz. Ali için,
"hiçbir zaman 'Alevi' olmamıştır. O, Peygamber'in Sünneti'ne sıkı sıkıya bağlı bir 'ortodox' olarak yaşamış ve ölmüştür. Hal böyle olunca da, geniş kapsamlı bir sembolismin bahis konusu olduğu ortaya çıkıyor." 
ifadelerini kaydeden Oğuz (1990: 282), şu hususu da vurguluyordu:
"Binlerce yıllık ana düşünce, bütün canlılığıyla yaşıyor aramızda, münbitlik rituslarıyla, Mysterion'larıyla, üstüne çektiği ince İslâmî cilânın altında. Alevi bu gerçeğin en belirgin ve samimi örneğini oluşturuyor. O, İran Şiiliği ve Caferiliği ile hiçbir ilişkisi olmadan, doğruca bir Anadolu Müslümanlığını temsil ediyor, altından "has boya"nın göründüğü Müslümanlığı... Yaptığı, Mysterion ritusundan başkası olmuyor, orgia'sı Türk-İslam ahlak kodeksinin paraleline getirilmiş bir ritusundan. Gerisinde bir fark görülmüyor." (Oğuz 1990: 308) [İsmail Engin - @kanalkultur
→ Burhan Oğuz: "Anadolu Aleviliğinin Kökenleri" Cemal Şener (Ed.): Alevilik Üzerine Ne Dediler, İstanbul 1990: 266-308

→ Burhan Oğuz: "Antik ve Hıristiyan Anadolu Din ve Kültürlerinin Aleviliğe Etkileri" İsmail Engin / Erhard Franz (Haz. / Hrsg.): Aleviler / Alewiten: Kimlik ve Tarih / Geschichte und Identität, Cilt 1 Band, Hamburg 2000: 191-208

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder