Bu Blogda Ara

25 Temmuz 2013 Perşembe

Tahtacı Tarihine Dair

[İsmail Engin] - Bu makale, iki kısımdan ibarettir. Birinci kısımda, Tahtacıları konu edinen çalışmaların süreç içerisinde Türkiye'de bilime katkılarına değinilecek; ikinci kısımda ise, Tahtacıların kökenleriyle ilgili iki varsayım ele alınıp irdelenecektir.

Bugüne kadar Türkiye'de yaşayan ve sosyolojik, antropolojik ve etnografik olarak en fazla üzerinde çalışılmış özel topluluklardan biri, belki de en önemlisi Tahtacılardır. Tahtacılar, Alevi bir cemaat ve Türkmen bir topluluk olmaları niteliğiyle ya da hem dini, hem de etnik özellikleriyle dikkati çekmiştir. Bu anlamda, homojen ve kapalı bir yapıya sahiptir.

1870'li yıllardan sonra Orta-Asya ve Türkler üzerine yaptığı çalışmaları Almanya'da yayınlanan Aus Sibirien (1884) adlı eseriyle dilbilimci Radloff, Türkolojiyi temellendirirken, aynı zaman diliminde Küçük-Asya'da (Anadolu'da) etnik kökeni farklı olarak algılanan ve Küçük-Asya'nın ilk halklarının örneğin Likyalıların, Hititlerin ardılları olduğu düşünülen Tahtacılar üzerine de Brown, von Luschan, Bent, Vambery, Humann, Mordtmann gibi araştırmacılar, etnografik ve fizik antropolojik çalışmalar yapıyordu. Böylece, Küçük-Asya'ya yönelik Türkoloji çalışmaları da -Vambery dışında- farkına varılmadan, başka -oryantalist- amaçlı, zaman zaman da Skalieri'nin yaptığı gibi -ki o, Tahtacıların Rum kökenli olduğunu iddia ediyordu- somut politik bir şekilde Tahtacılarla ilgili yapılan araştırmalarla etnografik çalışmalarla birlikte ve içiçe geliştiriliyordu. Ardından Baha Sait, Yusuf Ziya (Yörükan), Hamid Sadi, Taha Toros, Naci Kum (Atabeyli), A. Yılmaz gibi araştırmacılar Tahtacıları konu edinen etnografi çalışmalarını gerçekleştirdi. Nitekim bu araştırmalar, Tahtacıları özel olarak ele alan Ş. A. Kansu'nun çabalarıyla Türkiye'de bir yönüyle sosyal antropolojinin; diğer yönüyle Z. F. Fındıkoğlu'nun aracılığıyla özel gruplar sosyolojisinin; A. R. Yalgın, H. Z. Koşay ve M. Ş. Ülkütaşır ile de Türk etnografyasının ve halkbiliminin oluşumuna ve gelişmesine hem özel, hem de önemli katkılar sağladı.

Özellikle bu noktada, 1920'li-1940'lı yıllar arasında yapılan Akdeniz ve Ege bölgelerindeki arkeolojik kazıların yer aldığı çevrede-yörede yaşayan köylülere ve orada yurt tutmuş konar-göçerlere yönelik yüzey araştırmalarında, yaşayan kültürle toprak altında gömülü duran antik kültür arasındaki bağlantıyı kurmak için etnografyadan yararlanılır; müzecilik faaliyetleri içerisinde, teknik alt yapıyı hazırlayan Macar ekolünün de etkisiyle etnografyanın arkeolojiyle birlikte -at başı- gelişti(rildi)ği görülürken, Tahtacılara yönelik etnografya çalışmaları da folklorik malzemenin arşivlenerek sergilenmesi niteliğine büründü. Diğer bir anlatımla, Hamit Zübeyr Koşay'ın ve Remzi Oğuz Arık'ın gayretleriyle müze ve müzecilikle ilgili çalışmalarda etnografya, folklorik malzemeye yönelik arşiv, kataloglama ve sergileme yöntemi ya da tekniği şeklinde karşımıza çıkarken, Osman Bayatlı Bergama Müzesi'nde bunun önemli örneklerini sergiliyordu. Beklenildiği gibi, Türkmen giysilerini içeren ve onların yaşantılarından kesitler sunan bu örnekler, Baha Sait'le birlikte artık Türkmen oldukları yüksek sesle dile getirilen Tahtacılara aitti(r). Buradan hareketle, Tahtacılara ait çalışmaların Türkiye'de arkeoloji müzelerinde etnografya seksiyonlarının oluşturulmasına önemli katkılar yaptığı söylenebilir.

En az bunlar kadar önemli bir diğer husus, Tahtacılar üzerine yapılan çalışmaların, Baha Sait ve Babinger'le birlikte önceleri dolaylı ele alınan Aleviliği, doğrudan bir inceleme alanı olarak betimlemesi, sergilemesidir. Söz konusu çalışmalar, aynı zamanda Alevilik sorunsalını da içerir, ele alır, betimler, tanımlar ve anlatırken teoloji, Türkoloji, sosyoloji, antropoloji, etnografya ve halkbilim gibi bilimler için Aleviliğin araştırılacak yeni bir alan ve konu kümesi şeklinde ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu anlamda Tahtacılar üzerine 19. yüzyıldan beri yapılan araştırmalar, günümüzdeki Alevilik çalışmalarının abc'si ve belkemiği sayılabilir.

Klasik Türkoloji çalışmalarının dışında, 1950'li yıllardan itibaren X. de Planhol, Jean-Paul Roux, K. Özbayrı vd. ile birlikte modern Türkoloji çalışmalarının da temel konuları arasında, yine Tahtacılar yer almaktadır. Onlar, bununla birlikte, giderek artan bir şekilde S. Passarge, W. Eberhard, K. E. Müller, A. Gökalp, K. Kehl-Bodrogi, R. Grönhaug, P. A. Andrews, İ. Engin, S. Çakır gibi antropologların ve M. Eröz, O. Türkdoğan gibi sosyologların ilgi alanları haline gelmiş; N. Çağatay, E. R. Fığlalı gibi ilahiyatçılar ve B. Oğuz, F. Sümer gibi tarihçiler de Tahtacılara yönelik temel çalışmalar yapmışlardır. Böylece, bir yandan onların sosyal-kültürel yapıları -ve dolayısıyla dini yapıları- ele alınırken, diğer taraftan tarihi ve etnik özellikleri üzerinde durulmuştur.

Sadece 1990'dan günümüze değin uzanan 9 yıllık bir süreç içerisinde doğrudan Tahtacıları içeren altı kitap ve elliye yakın makale yayınlanmıştır. Konuyu ele alan oldukça kabarık sayıdaki ve zaman zaman da hacimli yayınlara -makale, gazete yazısı, kitaplara-; biri Almanya'da Buyruk, ikisi değişik konservatuarlarda mengi ve semahlar olmak üzerine üç yüksek lisans ve biri günlük hayatta dinin etkisi, diğeri de müzik üzerine yapılan iki doktora tezine rağmen, Tahtacılar günümüzde en az bilinen Alevi topluluklardan biri olma özelliğini de taşımaktadır. Bunun nedenleri arasında, onların kapalı bir topluluk olmalarının yanı sıra, söz konusu yayınların genelde meraklısı (amatör) tarafından yapılan monografi niteliğini taşıması, etnografik monografi özelliğini göstermemesi; belirli alanları -örneğin ölüm, Sarı Kız söylencesi gibi- veya geziye dayalı gözlemleri içermesi sayılabilir. Bundan da öte, yayınlar, bireysel ilgi alanlarına yönelik olduğu ve konular da böyle ele alındığı için, bir bütünlük göster(e)memekte; zaman zaman da aynı konu kümesinde yoğunlaşılmaktadır.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, Tahtacıların günlük hayatının değişik aşamalarını –doğum, çocukluk, asker(e) uğurlama, evlenme, baş bağlama, ölüm vb.-; göçebelikten -yarı göçebeliğe ve- yerleşik hayata, çadırdan konuta, ağaç işçiliğinden tarıma, bürokratlığa vb., köyden kente geçiş süreçlerini, göçebeliğini, köylülüğünü, kentliliğini; ozanlarını ve halk edebiyatını; mutfağını; dini ritüellerini ve kurumlarını -mürebbilik, dikme babalık ve dedelik; aşinalık, peşinelik, çiğildaşlık; Yanyatır ve Hacıemirli Ocakları gibi-; oymaklarını ve sülalelerini; aile-akrabalık ilişkilerini; halk takvimini, halk hekimliğini, halk baytarlığını, seyirlik oyunlarını; kadın-erkek, çocuk giyimini-kuşamını, süsünü-takılarını; müziğini ve semahını; Tahtacı kimliğini; demografyasını; tarihini; yaşadığı coğrafi yerleri -köy, bucak, kasaba, kent, bölge-; sanatını-zanaatını; müzelerini vb. konuları içeren tanımlayıcı, betimleyici, sistematize edici, teorik ve karşılaştırmalı etnografik monografi niteliğindeki araştırmalara ve çalışmalara, onlarla ilgili ileriye sürülen varsayımlar dikkate alındığında, daha da artan bir ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacın giderilmesi, onların kim oldukları, nereden geldikleri, davranış kalıpları, nasıl ve nerede yaşadıkları üzerine tarihsel tartışmalara da belirli bir yön verecektir.

Bu kapsamda, Tahtacıların kim oldukları konusunda burada, artık geçerliliğini yitiren onları Küçük-Asya eski halkları, Hititli-Alarod, Lykienlerin devamı, İranlı-Acem, Abdal-Kıpti, Çepni, Salur vb. gibi değerlendiren tezleri tartışmayacağız. Başlangıçta da değindiğimiz üzere, Baha Sait - Jean-Paul Roux ekseninde gelişen ve onları Türkmen olarak niteleyen tezi, artık tezden ziyade bir saptama, belirleme, tanımlama şeklinde kabul ediyoruz. Günümüzde konu üzerinde çalışıp da bu saptamayı reddeden bir araştırmacıyı da tanımıyoruz.

Tahtacıların Türkmen olduğunda birleşen araştırmacılar, bununla paralel Ziya Gökalp - Faruk Sümer ekseninde ileriye sürdüğü gibi Ağaçeri olup olmadıkları görüşünde ikiye ayrılmış durumda ya da fikir birliğinde değiller. Bu nedenle, Tahtacıların Ağaçeriliği tartışmalı olduğundan, Kehl-Bodrogi'nin de belirttiği gibi, bunu Sümer'in ileriye sürdüğü tarihle ilgili bir varsayım olarak görmeyi uygun buluyoruz.

16. yy. Osmanlı kayıtlarında Cemaat-ı Tahtacıyan adına rastlayan Sümer, bu asırdan önce böyle bir kayıta rastlanmadığını belirttikten sonra, günümüzde yaşayan Tahtacıların atalarının Ağaçeriler olduğunu ileri sürdü. Daha sonra Kehl-Bodrogi, 13. ve 16. yy.ları kapsayan Ağaçerilerle Tahtacılar arasındaki tarihsel sürekliliği, tanımlayıcı kavramların anlam bakımından benzerliğine ve her iki topluluğun aynı yörelerde yaşamış olması bakımından bu görüşü ilgi çekici olmakla birlikte, sadece bir varsayım olarak değerlendirdi. Bu bağlamda, Yusuf Ziya Yörükan ve Turhan Yörükan'ın temsil ettiği ettiği eksende, Tahtacıların Ağaçerilerle irtibatlandırılması mümkün görülmemekte, onların Arap şairi ve seyyahı Ebu Dülef'in (Mis'ar ibn-i Mühelhil) Seyahatnamesi'nde geçen Tahtahların ardılları olduğu ileri sürülmektedir.

Tahtacıların kökenlerine ilişkin ikinci varsayım, Ebu Dülef'in onlarla birlikte Bayatlardan söz etmesine de önem vermekte; Narlıdere/İzmir'de Tahtacılarla Bayatların birlikte iki ayrı mahallede yaşamasını, onların Anadolu'ya birlikte geldiklerine ve birlikte yaşama alışkanlığına dair bir örnek olarak göstermektedir. Ancak, belirtilen varsayımın burada görmezden geldiği bir nokta, Tahtacıların sadece Narlıdere'de Bayatlarla birarada değil, yanyana yaşamaları ve Bayatların Sünni olmalarıdır. Aynı tarihsel süreç içerisinde, beraber Anadolu'ya gelen ve birarada yaşayan ya da bu alışkanlığı devam ettiren iki boydan nasıl oluyor da birbirinden farklı olan Aleviliği biri, Sünniliği diğeri benimsiyor ve birarada yaşamaya devam ediyor, sorusu bu noktada karanlıktadır.

Tahtahların Tahtacı kimliğinde ortaya çıkmalarını, Yusuf Ziya Yörükan 1920'lerde yaptığı alan araştırmasında Tahtacı ileri gelenlerinin Tahtacıların Ağaçerilerle irtibatlandırılmalarına karşı çıkarak, "Bir Arap geldi, bize Tahtacı dedi, o tarihten itibaren Tahtacı olarak anılıyoruz" tümcesine bağlayan bu varsayımın sözcüsü Turhan Yörükan, Sümer'in sözünü ettiği tahrir defterleriyle ilgili bir kayıt gösterememesini haklı bir şekilde eleştirmektedir.

Günümüzde, Tahtacıların, kendilerini Ağaçerilerin ardılları kabul etmelerini, Gökalp - Sümer eksenindeki araştırmacıların yarattığı tarihe sahip çıkmaları şeklinde gören sözü edilen varsayım, bu bağlamda Tahtacıların bir anlamda kendi tarihlerini yarattığını ve alan araştırması yapan araştırmacıları da etkilediğini-yanılttığını ileri sürmekte; buna örnek olarak da kısmen Tahir Harimi Balcıoğlu'nun da değindiği Kazdağı Türkmenlerinin kendilerini Fatih döneminde Edremit yöresinde gemi yapan tersanelere ağaç taşıyan aşiretler olarak niteleyen sözlü tarih anlatısını vermektedir. Oysa, bu varsayımın dayanaklarından biri de az önce sözünü ettiğimiz "Bir Arap geldi, bize Tahtacı dedi, o tarihten itibaren Tahtacı olarak anılıyoruz" şeklindeki sözlü tarih anlatısıdır. Sözlü tarih anlatılarının yanıltıcı olabilmesinin yanı sıra birey, zaman ve mekana bağlı farklılıklar gösterdiğini, sosyo-ekonomik olaylardan etkilendiğini, zamanla kendi kendini ürettiğini, burada anımsamakta biz de yarar görmekteyiz.

Gerçekten de alan araştırmalarımızda da belirlediğimiz üzere, Kazdağı eteklerindeki Tahtakuşlar'da Kazdağı Türkmenlerinin kendilerini Fatih döneminde Edremit yöresinde gemi yapan tersanelere ağaç taşıyan aşiretler olarak niteleyen sözlü tarih anlatısı, bugün bile vardır. Bunun 1930'lu yıllara ait bir versiyonuna, 1998'de Antakya'da Nusayrileri konu edinen bir alan araştırması esnasında o tarihlerde Edremit yöresinde askerlik yapmış Nusayri Şeyhi Ali Özalp'ta bir şans eseri rastladık. O, yöre Türkmenleri arasında duyduğu bu sözlü tarihi aynen aktardı ve bunu kaydettik. Bu sözlü tarihin yanıltıcı olabilme ihtimali güçlüdür. Çünkü, yöre Türkmenlerinin Ahmet Vefik Paşa döneminden itibaren yerleştirilmeye başlandığı kayıtlarda var. O döneme kadar da yörede konar-göçer olan özellikle Alevi aşiretlerin, yüzyıllarca aynı yörede yaşayabilme ihtimallerinin, gerek Osmanlı'nın Rumeli'yi Türkleştirme politikası, Osmanlı-Safevi ilişkileri, gerekse Celali ayaklanmaları göz önüne alındığında, oldukça az olduğu ortada. Bu sözlü tarihin doğruluğunu sınayabileceğimiz yazılı tarih envanterine sahibiz.

Öte yandan 1999 yılında yine Edremit'te Mehmetalan, Burhaniye'de Tahtacı köylerinde yaptığımız alan araştırmasında, köylülerin kendilerini Türkmen olarak nitelemekle birlikte, ne Tahtacı ne de Ağaçeri olarak görmediklerine, tahtacılığı bir meslek şeklinde algıladıklarına tanık olduk; onların Tahtacı ya da Ağaçeri olduklarına yönelik herhangi bir sözlü tarih anlatısına rastlamadık. Ancak, İzmir Narlıdere, Bademler; Aydın Kızılcapınar; Antalya Serik, Değirmendere, Akçaeniş, Hızırkahya, Gökbük; Tarsus Çamalan'da yaptığımız alan araştırmalarında belirtilen yöre Tahtacılarının ister Yanyatır Ocağına, isterse Hacı Emirli Ocağına bağlı olsun, kendilerini Ağaçerilerin ardılları şeklinde nitelediklerini gördük. Hemen yine belirtmeliyiz ki, Kazdağı'ndan Adana'ya kadar uzanan bölgede ölü gömme, baş bağlama geleneklerini ve dini ritüelleri ile dini yapısı ve kurumları anlamlı bir bütünlük göstermektedir. İkinci varsayımın temel dayanaklarından biri olan sözlü tarih anlatısıyla da hiçbir şekilde karşılaşmadık. Bütün bunlar, bize göre, Gökalp - Sümer eksenindeki varsayımı güçlendirmekte ve daha geçerli bir hale getirmektedir.

Yazılı tarihe yönelik gün ışığına çıkarılacak vesikalar ve onlar üzerine yapılacak çalışmalar, konuyu aydınlatacaktır.  [İsmail Engin]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder